Fransız oyuncu Pierre Tardieu'nün hayatını anlatan bir film var karşımda. Günlük işçi olarak hayatını devam ettiren Pierre, yaşlı ve hastalıklı babasıyla aynı evde yaşıyor. Etrafında olan biteni algılama yetisi yitik bir adamın, aslında hayatta ve gerçekte var olduğunu hissetmeye çalışmasının hikayesi bu. Pierre’nin çocukluğuna, annesiyle geçirdiği deniz kenarı günlerine giden nostaljik sahnelerle konuyu derinleştiriyor. Pierre, annesinin anılarından bir türlü kendini ayıramıyor. Belki de bu yüzden ölümcül bir eylemi, yani bir cinayeti işlemeyi kendine misyon olarak belirliyor. Kendini var kılmak, hissetmek ya da belki de etrafındaki hayata bir tepki olarak mı bilinmez; ama bu karanlık kararını uygulamaktan başka çaresi olmadığını düşünüyor. Bir gün, öyle bir çıkış yoluna yöneliyor. Bu yol, onun kendini hissetmesini sağlayacak, varlığını somutlaştıracağı bir durum yaratıyor. Bu elleri kanlı bir yol olsa bile... Ardındaki motivasyon ne olursa olsun, bu durum Pierre'in hayatında öyle bir dönüm noktası oluşturuyor ki, filmi izlerken kendinizi adeta Pierre'in yaşadığı bu derinlikli psikolojik karmaşanın içinde buluyorsunuz. Her ne kadar film Pierre'in hikayesini anlatsa da, izlerken aslında insan doğasının karanlık yüzüne, çaresizlikler içinde sıkışıp kalmış bir bireyin hayatına ve bu hayata nasıl tutunduğuna şahit oluyorsunuz. Kendi varlığını hissetmek, anlamlı kılmak için nereye kadar gidebileceğini gösteren bu film, izleyeni düşündürüyor ve sorgulatıyor.